İnsanın yeryüzündeki macerası, ne kadar yalnız olduğunu keşfetmesiyle başlamış belki de…
Sanki atalarımızdan biri mağarasının yakınındaki tepeye tırmanıp, etrafa bakmış ve birden pek küçük, pek önemsiz hissetmiş kendini.
Her şeyin dokunamayacağı kadar uzak, tırmanamayacağı kadar yüksek, uzanamayacağı kadar derin, dövüşemeyeceği kadar güçlü olduğu bir dünya bulmuş karşısında…
Manzarayı seyrederken yalnızlığının farkına varmış.
Onun tepeden indikten sonraki halini hayal etmeye çalışıyorum. Belki mağarasına döndü ve dalgın dalgın düşündü. Zavallının aklında mesafeler ve oranlar birbirine karıştı. Çocukken her şeyin kendisine daha yakın ve tanıdık göründüğünü hatırladı. Hatta “insan büyüdükçe küçülüyor bu dünyada” dedi belki de.
Peki sonra ne yaptı ? Bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, onun yalnızlığın iki halini sırasıyla yaşamış olduğu… Yani “gönüllü yalnızlığı” ve “mecburi yalnızlığı”
Onu tepeye tırmanırken düşünelim. Çamura bata çıka, elleri taşlara sürtünüp kanaya kanaya, daha önce yapmadığı bir şeyi yapmaya çalışıyor. (Allah bilir bu işe kalkışmadan mağarasından tepeye günlerce bakmıştır. Büyük ihtimalle onun hakkında uzun uzun düşünmüş, tırmanmanın ne kadar harika ve korkunç olacağını kestirmeye çalışmıştır.)
Hava ısınmadan zirveye varmak istemiştir. Sabahın derin sessizliği içinde, tepe ve o başbaşa. Etrafta başka kimse yok. Adamımız yalnız olmanın tadını çıkarıyor. Elleri, ayakları, toz içindeki sakalı, bedeni ve ruhuyla yalnız.
Üstelik bu tırmanışta kadere karşı koyan bir şeyler var. Tepe onun karşısında ilahi bir engel, doğuştan gelen bir duvar çünkü.
Adamımıza kendini iyi hissettiren bir şey daha; aşağıya baktığında, yola çıktığı noktayı görebiliyor. Sevgili mağarası aşağıda… Baharda ektiği tohumlar şimdiden yeşermiş. Birazdan uyanıp, ateşi canlandıracak kadın. Yani tepenin yalnızlığından istediği an çıkabilir adam.
O kendi istediği için yalnız. İstediği zaman vazgeçebilir yalnızlıktan.
Vazgeçene kadar da kafa dinleyebilir, kendisini tanıyabilir, hayatı yeni gözlerle görmeyi öğrenebilir.
Ama tepeye çıkıp, ufka baktığında, işler değişmeye başlıyor. Burada yalnızlık biraz farklı. Uzak bir gökyüzünün, düşman bulutların, yabancı canlıların dünyasında olmanın getirdiği bir şey. Daha boğucu, en ufak bir şakası ya da romantizmi olmayan, öldürücü bir yalnızlık.
Elinizi uzatıyorsunuz ama dokunacak kimse yok. Bunu yaşarken umutsuzluğa kapılabilir, dünyaya küsebilir, hatta canına bile kıyabilir insan.
Bizim kalabalık çağımızda da yalnızlığın bu iki türü birlikte nefes almaya devam ediyor. Tabi milyonlarca kişilik şehirlerde, her duygu gibi onlar da başka boyutlar kazanabiliyor. O ilkel insana yaşattıkları çelişki şimdiki hayatlarımıza çok daha farklı yansıyor. Çünkü hem yalnızlık arıyoruz biz hem de öcü gibi korkuyoruz yalnızlıktan.
İstiyoruz ki yalnızlık mağaramız olsun. İçeri kimse girmesin. Biz dışarı çıkabilelim ama. Hatta mümkünse yakınlarda başkaları da olsun. Çağırınca gelecek, yardımımıza koşacak sevgililer, kötü gün dostları… Biz de bu evcil yalnızlığı tatlı tatlı yaşayalım.
Özellikle yaratıcılar, zihin emeğiyle geçinenler için ideal bir formül. Günlerce tek başına bir heykeli yonttuktan ya da bir romanı tamamladıktan sonra güzel bir partiye ne dersiniz?
Tıpkı binlerce yıl önceki ilkel adam gibi biz de tepenin eteklerinde durup bütün duygularımızı uyuşturan o yalnızlık korkusunu hissediyoruz. Kitaplar bu yüzden yazılıyor aslında, filmler, oyunlar, resimler…
Hepsi de “mecburi yalnızlığı” , “gönüllü yalnızlığa” çevirebilmek için.
Ama sanırım kendi içimizdeki tepeye tırmanacak cesaretimiz varsa geçerli bunlar. Yoksa yalnızlığın üçüncü türü bekliyor bizi. Ne mecburi ne de gönüllü : Çoğu zaman farkında bile olmadığımız bir yalnızlığı yaşayıp, gidiyoruz.
Galiba en fenası da o...
TUNA KİREMİTÇİ
|